Aylak Adam, Yusuf Atılgan’ın 1959
yılında yazdığı romanının adıdır. Anayurt Oteli ve Tamamlayamadığı Canistan ile
birlikte yazarın üç romanından ilkidir.
Bireyin kendisine ve çevresine
yabancılaştığı bir karakter üzerinden kurgulanan bu romanın karakteri C. için
Türk Edebiyatı’nın Meursault’u desek belki de hiç yanlış olmaz. Kitap dört
mevsime bölünmüştür. Belki de gösterilmek istenen C. karakterinin yaşadıklarının
zamandan bağımsız, kalıcılığıdır. Mevsimler değişse de o istediği, aradığını
bulamaz. C. karakteri sürekli olarak “Yirmi sekiz yaşında ve tedirgin” olarak
kalacaktır. C. sıradan, kalıplaşmış
yaşantıları hazmedemeyen, kabullenemeyen, farklı bir arayış içerisindedir kitap
boyunca ve aykırı bir duruşu vardır. Ona göre o, “Tembel değilim, sadece
aylakım” düşüncesini gütmektedir ve bundan da yakınmaz. Türk edebiyatındaki
gezer düşünür olarak bilinen “flaneur” karakterlerinden birisidir C.
Teknik olarak kitap bilinç akışı
tekniğiyle yazılmıştır. Kitabın ilk bölümde birinci tekil olarak C. anlatım
yaparken, ikinci ve diğer bölümlerde üçüncü tekil şahısa geçmektedir. Zaman
zaman yazar en ufak bir ayrıntıya parantez açarak karakteri geçmişe götürerek
yaşadığı bir anıyı ya da çağrıştırdığı bir şeyin nedenini uzun uzun anlatır.
C.’nin harfsel konumlandırılmasının
Kafka’nın Dava'sındaki K. karakterinden öykündüğünü söyleyebiliriz. Kitap’taki
diğer karakterlerden Ayşe, B. ve Güler karakterleri de alfabetik ardışık
harflerden oluşurlar. Özellikle kitapta Güler’in C. ile aralarında en fazla
mesafe ve yabancılık bulunan karakter olması (bir nevi C.’nin aradığı kişi
olmaması) bu C ve G harfleri arasında boşluğun doldurulmaması ve bu kadar açık
olması olarak anlatılabilir belki de. B. ise C.’nin aradığı insandır. Bu
kitapta defalarca belirtilir. “Gitseydi C.’yi tanıyacaktı”, “Tramvayı beklerken
başını sola çevirseydi onu görecekti” , “kitabın yaz bölümünde Sami’nin C.’ye
ablası olarak tanıştırsaydı” , “Güler’i takip ederken Tophane tarafından değil
de, B.’yi takip ederek Yüksekkaldırım tarafından gitseydi” gibisinden sürekli olarak varsayımsal
tanışmalarından ve bu tanışmaların gerçekleşmesi halinde kitabın mutlu sona
ereceği yazar tarafından sürekli vurgulanır. Ama mühim olan zaten kitabın mutlu
bir sonla bitmesi değildir. Kadercilik duygusu da yoğundur bu anlamda belki de.
Günlük hayatta insanların birbirine teğet geçen hayatlarında, farkında olmadan
bu birlikteliklerine bir gönderme yapar yazar.
Kitabın ilerleyen bölümlerinde C.’nin bu
davranış ve düşünce yapısını çeşitli nedenlere dayandırılır. Annesinin o daha
çok küçükken ölmesi sürekli bir anne figürünün eksikliğini ve onun yerini
teyzesiyle kapatmaya çalışması, her baktığı yüzde teyzesinden benzerlikler görmesi,
teyzesinin bir nevi onun hayatındaki etkisini gösterir. Kitabın sonunda
teyzesine benzeyen bir hayat kadınını evine getirip, ona sarılmasını istemesi,
içindeki, aradığı kadın figürünün teyzesi olduğunu, manevi açlığını bir nevi bu
kadınla gidermeye çalışması bunu kanıtlar niteliktedir.
Babası tarafından yine çok küçük yaşta
şiddet görmesi, bu şiddetlerden birisi sırasında sol kulağının yırtılması
sürekli olarak onda insanların kulaklarına bakma ve kulakların insan
bedenindeki en çirkin olduğu yer olduğu düşüncesini hakim etmiştir, zaman zaman
ise bunu sol kulağını kaşıma olarak tiklik mertebesine gelmiş şekilde belli
etmektedir adeta kulağını (kusurunu) kapatmak ister.
Babasının bıyıklı olması ise onda ayrı
bir tiksinti uyandırır ilerleyen yaşlarında. Bıyık onda sürekli babasını
çağrıştırır ki, kitabın başında dayak yediği terzilerin bıyıklı olmasını bile
garipser. Bıyık bir nevi kötülükle özdeşleşmiştir onun için (Zaten Anayurt
Oteli’nde Zebercet karakterinin de bıyıklı olması belki de Yusuf Atılgan’ın bu
konuda bir takıntısını ortaya koymaktadır).
Ayşe’yi yolda bıyıklı birisiyle görmesine bile içerlenir, onu yargısız
bir şekilde hayatından siler.
C.’nin belirgin bir şekilde ait olamama,
sabit kalamama, bağlanamama problemi de vardır. Öyle bir seviyeye gelmiştir ki
bu, gittiği lokantada bile “müşteri” olmaya başladığını hissettiği zaman o
lokantaya tekrar gitmeme kararı alır. Sadece ilişkilerde değil, hayatın diğer
bölümlerinde de bu davranışsal tutumunu sürdürmektedir. C. bu durumunu kitabın ilerleyen
bölümlerinde Ayşe’ye “Kuyaro” ve “Adako” sözcükleri üzerinden anlatır.
“Ku-ya-ro”’yu “Kumda yatma hastalığı” olarak tanımlar ki bir nevi statükoyu,
sabitliği, duranlığı simgeler bu. Kendisini ise “Adako” olarak tanımlar ki C. onu
şu cümlerlerle anlatmştır: “Ağaç dalı
kompleksi. Ağaç dalındaki, gövdeden ayrılma eğilimini fark ettin mi bilmem? Hep
öteye uzar. Gövdenin toprağa, kök salmış rahatlığından bir kaçıştır bu.
Özgürlüğe susamışlıktır. Buna ben ”ağaç dalı kompleksi” diyorum. Genç
hastalığıdır. Çoğunlukla Kuyara dişidir. Adako erkek. Pek seyrek cins
değiştirdikleri de olur. Ağaç dalı kompleksine tutulmuş kişi tedirgindir.
İnsanların ağaç dallarını budayıp gövdeye yaklaştırdıkları gibi, yakınları onun
içindeki bu Adako’yu da budarlar. Onu gövdeden ayırmamak için ellerinden geleni
yaparlar. Kimi insana ne yapılsa yararı olmaz. Asi daldır o. Ayrılır. Balta
işlemez ona”
Kitabın sonunda ise aradığı kadın olan
B.’yi gördüğünde, arkasından koştuğu zaman arasına toplum, dış etkenler girer
bu sefer de. İzin vermezler onun peşinde gitmesine, ona ulaşmasına. Otobüse
yetişemez ve C. susar, anlatmaz, kimsenin bu durumu anlayabileceğini düşünmez. Bu
kısmı da yazar, kitabın başında şu cümleyle özetler adeta “Yoksa her şey ben olmadığım zaman, benim olmadığım yerlerde mi
oluyordu?” Bu bağlamda da Aylak Adam’ın Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ını da
son derece etkilediğini söyleyebiliriz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder