26 Mayıs 2013 Pazar

Aylak Adam

Aylak Adam, Yusuf Atılgan’ın 1959 yılında yazdığı romanının adıdır. Anayurt Oteli ve Tamamlayamadığı Canistan ile birlikte yazarın üç romanından ilkidir.

Bireyin kendisine ve çevresine yabancılaştığı bir karakter üzerinden kurgulanan bu romanın karakteri C. için Türk Edebiyatı’nın Meursault’u desek belki de hiç yanlış olmaz. Kitap dört mevsime bölünmüştür. Belki de gösterilmek istenen C. karakterinin yaşadıklarının zamandan bağımsız, kalıcılığıdır. Mevsimler değişse de o istediği, aradığını bulamaz. C. karakteri sürekli olarak “Yirmi sekiz yaşında ve tedirgin” olarak kalacaktır.  C. sıradan, kalıplaşmış yaşantıları hazmedemeyen, kabullenemeyen, farklı bir arayış içerisindedir kitap boyunca ve aykırı bir duruşu vardır. Ona göre o, “Tembel değilim, sadece aylakım” düşüncesini gütmektedir ve bundan da yakınmaz. Türk edebiyatındaki gezer düşünür olarak bilinen “flaneur” karakterlerinden birisidir C.

Teknik olarak kitap bilinç akışı tekniğiyle yazılmıştır. Kitabın ilk bölümde birinci tekil olarak C. anlatım yaparken, ikinci ve diğer bölümlerde üçüncü tekil şahısa geçmektedir. Zaman zaman yazar en ufak bir ayrıntıya parantez açarak karakteri geçmişe götürerek yaşadığı bir anıyı ya da çağrıştırdığı bir şeyin nedenini uzun uzun anlatır.

C.’nin harfsel konumlandırılmasının Kafka’nın Dava'sındaki K. karakterinden öykündüğünü söyleyebiliriz. Kitap’taki diğer karakterlerden Ayşe, B. ve Güler karakterleri de alfabetik ardışık harflerden oluşurlar. Özellikle kitapta Güler’in C. ile aralarında en fazla mesafe ve yabancılık bulunan karakter olması (bir nevi C.’nin aradığı kişi olmaması) bu C ve G harfleri arasında boşluğun doldurulmaması ve bu kadar açık olması olarak anlatılabilir belki de. B. ise C.’nin aradığı insandır. Bu kitapta defalarca belirtilir. “Gitseydi C.’yi tanıyacaktı”, “Tramvayı beklerken başını sola çevirseydi onu görecekti” , “kitabın yaz bölümünde Sami’nin C.’ye ablası olarak tanıştırsaydı” , “Güler’i takip ederken Tophane tarafından değil de, B.’yi takip ederek Yüksekkaldırım tarafından gitseydi”   gibisinden sürekli olarak varsayımsal tanışmalarından ve bu tanışmaların gerçekleşmesi halinde kitabın mutlu sona ereceği yazar tarafından sürekli vurgulanır. Ama mühim olan zaten kitabın mutlu bir sonla bitmesi değildir. Kadercilik duygusu da yoğundur bu anlamda belki de. Günlük hayatta insanların birbirine teğet geçen hayatlarında, farkında olmadan bu birlikteliklerine bir gönderme yapar yazar.

Kitabın ilerleyen bölümlerinde C.’nin bu davranış ve düşünce yapısını çeşitli nedenlere dayandırılır. Annesinin o daha çok küçükken ölmesi sürekli bir anne figürünün eksikliğini ve onun yerini teyzesiyle kapatmaya çalışması, her baktığı yüzde teyzesinden benzerlikler görmesi, teyzesinin bir nevi onun hayatındaki etkisini gösterir. Kitabın sonunda teyzesine benzeyen bir hayat kadınını evine getirip, ona sarılmasını istemesi, içindeki, aradığı kadın figürünün teyzesi olduğunu, manevi açlığını bir nevi bu kadınla gidermeye çalışması bunu kanıtlar niteliktedir. 

Babası tarafından yine çok küçük yaşta şiddet görmesi, bu şiddetlerden birisi sırasında sol kulağının yırtılması sürekli olarak onda insanların kulaklarına bakma ve kulakların insan bedenindeki en çirkin olduğu yer olduğu düşüncesini hakim etmiştir, zaman zaman ise bunu sol kulağını kaşıma olarak tiklik mertebesine gelmiş şekilde belli etmektedir adeta kulağını (kusurunu) kapatmak ister.

Babasının bıyıklı olması ise onda ayrı bir tiksinti uyandırır ilerleyen yaşlarında. Bıyık onda sürekli babasını çağrıştırır ki, kitabın başında dayak yediği terzilerin bıyıklı olmasını bile garipser. Bıyık bir nevi kötülükle özdeşleşmiştir onun için (Zaten Anayurt Oteli’nde Zebercet karakterinin de bıyıklı olması belki de Yusuf Atılgan’ın bu konuda bir takıntısını ortaya koymaktadır).  Ayşe’yi yolda bıyıklı birisiyle görmesine bile içerlenir, onu yargısız bir şekilde hayatından siler.

C.’nin belirgin bir şekilde ait olamama, sabit kalamama, bağlanamama problemi de vardır. Öyle bir seviyeye gelmiştir ki bu, gittiği lokantada bile “müşteri” olmaya başladığını hissettiği zaman o lokantaya tekrar gitmeme kararı alır. Sadece ilişkilerde değil, hayatın diğer bölümlerinde de bu davranışsal tutumunu sürdürmektedir. C. bu durumunu kitabın ilerleyen bölümlerinde Ayşe’ye “Kuyaro” ve “Adako” sözcükleri üzerinden anlatır. “Ku-ya-ro”’yu “Kumda yatma hastalığı” olarak tanımlar ki bir nevi statükoyu, sabitliği, duranlığı simgeler bu. Kendisini ise “Adako” olarak tanımlar ki C. onu şu cümlerlerle anlatmştır: “Ağaç dalı kompleksi. Ağaç dalındaki, gövdeden ayrılma eğilimini fark ettin mi bilmem? Hep öteye uzar. Gövdenin toprağa, kök salmış rahatlığından bir kaçıştır bu. Özgürlüğe susamışlıktır. Buna ben ”ağaç dalı kompleksi” diyorum. Genç hastalığıdır. Çoğunlukla Kuyara dişidir. Adako erkek. Pek seyrek cins değiştirdikleri de olur. Ağaç dalı kompleksine tutulmuş kişi tedirgindir. İnsanların ağaç dallarını budayıp gövdeye yaklaştırdıkları gibi, yakınları onun içindeki bu Adako’yu da budarlar. Onu gövdeden ayırmamak için ellerinden geleni yaparlar. Kimi insana ne yapılsa yararı olmaz. Asi daldır o. Ayrılır. Balta işlemez ona


Kitabın sonunda ise aradığı kadın olan B.’yi gördüğünde, arkasından koştuğu zaman arasına toplum, dış etkenler girer bu sefer de. İzin vermezler onun peşinde gitmesine, ona ulaşmasına. Otobüse yetişemez ve C. susar, anlatmaz, kimsenin bu durumu anlayabileceğini düşünmez. Bu kısmı da yazar, kitabın başında şu cümleyle özetler adeta “Yoksa her şey ben olmadığım zaman, benim olmadığım yerlerde mi oluyordu?” Bu bağlamda da Aylak Adam’ın Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ını da son derece etkilediğini söyleyebiliriz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder